30 Aralık 2008 Salı

Pomakların Yer Aldığı Nüfus Sayımları

Pomaklar'ın da içinde yer aldığı en ayrıntılı nüfus sayımlarından biri ,1912 Balkan Savaşları'ndan hemen önce Bulgar ve Grek kaynaklarından yararlanılarak yapılmıştır.
Bu sayım yapıldığı sıralarda birbirlerine rakip pek çok sayımın da yapıldığı belirtilmelidir.
YUNANİSTAN
Makedonyalı---------326.426
Pomaklar-------------40.921
Türk----------------289.923
Hristiyan Türk---------4.240
Çerkes----------------2.112
Grek----------------240.019
Müslüman Grek-------13.753
Müslüman Arnavut-----5.584
Hristiyan Arnavut------3.291
Ulah-----------------45.457
Müslüman Ulah--------3.500
Yahudi---------------59.560
Çingene--------------29.560
Diğer------------------8.100
Toplam-------------1.073.549

*Simovski,T..,
"The BalkanWar and their Repercussions on the Ethnical Şituation in Aegean Macedonnia"
Glasnik,c.XVI,no:3,skopje,1972

Bulgaristandaki nüfus

1878’den Birinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar olan dönemde Pomakların nüfusu ile ilgili güvenilir veriler bulunmamakla birlikte,
Bulgar resmi istatistiklerine göre Pomakların nüfusu
Prenslik döneminde 20.000
1900’de 20.637,
1905’de 19.373,
1910’da 21.143 ‘tü.
Buna göre,o dönemde Pomakların nüfusu Bulgaristan nüfusunun yaklaşık %0.5-6.6’sını oluşturmaktaydı.(Bkz.Turan,a.g.e.,s.115’ten Annuaire 1912,s.46.)

1946 nüfus sayımından sonra dinle ilgili veriler toplanmayıp Pomaklar Bulgar nüfus içerisinde gösterilmeye başlanınca Pomakların nüfusu ile ilgili güvenilir istatistiki bilgiler elde edilememiştir.Bu durum 2001 genel nüfusu sayımında da devam etmiş,Pomaklar ayrı bir kategori içerisinde değerlendirilmeyerek yalnızca bağlı bulundukları din bakımından sayılmışlardır.


1990’dan günümüze bu konuda yayınlanan kaynaklar arasında bir görüş birliği bulunmamakta,
Pomakların nüfusu ile ilgili olarak 150.000 ‘den 300.000’e kadar değişen çeşitli rakamlar verilmektedir.
150.000
Minitory Rights Group,World Directory of Minorities,London,Minority Rights Group Publications,1993,s.118
150.000-200.000
Bajraktarevic and Popovic,a.g.y.,s.323.
200.000
Georg Brunner,”Minority Problems and Policies in East-Central Europe”,John R.Lampe and Daniel N.Nelson(eds.-in collaboration With Roland Schönfeld),East European Security Reconsidered,Washington,The Woodrow Wilson Center Press,1993,s.149
250.000
Dobrinka Kostova,”Bulgaria” ,Ethnic Conflict and Migration in Europe,First Report of the Ethnobarometer Programme,Rome,CSS/CEMES,1999,s.227,Poulton,a.g.e.,s.111;Ataöv,The Bulgarian Quashing of its Minorities,s.2

bir başka kaynak 270.000(yerasimos,a.g.e.,s.40)
diğer bir kaynak ise 250.000-300-000 olarak(Ilchev and Perry,a.g.m.,s.35)vermektedir.

Bulgaristan Ulusal İstatistik Enstitüsü tarafından 1992 nüfus sayımıyla ilgili olarak yayınlanan bir raporda ise,
Müslüman azınlık içerisinde 142.938 kişinin (%13.5) etnik kökenini Bulgar ,
163.735 kişinin de (15.2) anadilini bulgarca olarak beyan ettiğini belirtmektedir.
*Eminov,a.g.e.,s.71-72’den Nacionalen Statisticeski Institut,a.g.y.,s.96-97.

Pomakların nüfusu konusunda Bulgar yetkililer tarfından çeşitli tarihlerde bazı rakamlar verilmiş,
bu çerçevede 1990 yılı sonu itibarıyle Bulgar makamlarınca Pomakların nüfusunun 268.971 olduğu yönünde açıklamada bulunulmuştur.

http://www.pomak.be/viewtopic.php?f=40&t=280

Sanat Eserlerinde Rodop Müslümanlarının Dramı

Sanat Eserlerinde Rodop Müslümanlarının Dramı
(Anılar, Anlatılar, Edebî Eserlerden Satırlar)
Prof. Dr. Hayriye Süleymanoğlu Yenisoy


Rodop Dağları, Bulgaristan ve Yunanistan topraklarının bir bölümünü oluşturmaktadır. Bu coğrafî bölge Doğu Rodoplar ve Batı Rodoplar olarak ikiye ayrılır.

Daha büyük yerleşim yerleri: Kırcaali, Madan (Osmanlılar zamanında-belgelerde=Madanköy), Smolyan (1934’e kadar=Paşmaklı), Velingrat (1948’e kadar: Çepine, Lıjene/Ilıcalar ve Kamenitsa), Peştere.

Daha küçük kentler: İvaylovgrat (1934’e kadar=Ortaköy), Krumovgrat (1934’e kadar=Koşukavak), Momçilgrat (1934’e kadar=Mestanlı), Cebel, Ardino (Eğridere), Zlatograt (1934’e kadar=Darıdere), Rudozem (1934’e kadar=Palas), Devin (1934’e kadar=Dövlen), Dospat, Batak, Çepelare (Çepelli), Lıki.



Rodoplar

Bu dağlık bölgede yoğun olarak Müslümanlar (Türkler ve Pomaklar) yaşamaktadır. 1880’lerin başında Rodoplar’ı da ziyaret eden ünlü tarihçi K. İreçek, etnik tabloyu görünce Kırcaali ve Arda nehri vadisi gibi arı (temiz) Osmanlı bölgesi başka yerde yoktur, diye yazılarında vurgulamıştır1.

Osmanlılar döneminde buralarda Türk-İslâm kültürü gelişti. Zamanın eğitim merkezleri olan medreseler bölgenin kültürel kalkınmasında önemli rol oynadı. XIX. yüzyılda sadece Doğu Rodoplar’da 50’den fazla medrese vardı. Akpınar (Beli izvor), Paşmaklı (Smolyan), Çepinli (Çepintsi) medreseleri ise en meşhur eğitim ocaklarıydı. Rodop halkı huzur içinde yaşamaktaydı. Ancak XIX. yüzyılın ikinci yarısında huzurun yerini büyük felâketler aldı. Olanlar buradaki Müslüman halka da oldu. Birçok tarihî olaylar sanat eserlerine konu oldu. Çekilen çileler belleklerde derin izler bıraktı. Anıları, anlatıları ve sanat eserlerinden bazı sayfaları kaynak olarak seçtim ve gerçekleri sergilemeye çalıştım. Gelişen tarihî olayları takip edelim:

1876 BULGAR İSYANI

A. Otlukköy Olayları. Bulgar İsyanı olarak tarihe geçen olaylar Güney Bulgaristan’ın Filibe ve (Tatar) Pazarcık bölgesinde patlak verdi ve Türk, Müslüman halka da derin yaralar açtı. Nisan Ayaklanması olarak da bilinen isyanın söz konusu bölgede patlak vermesi bir rastlantı değildi. Rusya’nın teşvikiyle Osmanlı Devleti sınırları dışında hazırlanan bu isyanın Bulgar halkı tarafından desteklenmediği bir gerçektir. Sadece Filibe bölgesinde gerçekleşti, çünkü Filibe İstanbul’a yakındı ve Rusya’nın İstanbul Büyükelçisi Graf İgnatiev’in etkisi burada güçlüydü. Filibe’de Viskonsolü görevinde bulunan Bulgar Nayden Gerov, bu bölgenin Avratalan (Koprivştitsa) köyünde doğmuş, Rusya’da (Odesa’da) eğitim görmüş, Rusya uyruklu biriydi. Otlukköy’ün de isyanın bir merkezi olarak seçilmiş olması bir rastlantı değildi-Nayden Gerov’un doğduğu bölgeydi ve buralarda kendisini destekleyenler bulunabilirdi. İsyancıların lideri Georgi Benkovski de Avratalan (Koprivştitsa) doğumluydu.

İsyanın önderlerinden biri olan ve daha sonraları Bulgaristan Ulusal Meclisi Başkanı görevine kadar yükselen Zahari Stoyanov, Doksanüç Harbinden birkaç yıl sonra yayımladığı “Bulgar İsyanları Üzerine Notlar” adlı eserinde isyan hakkında gerçekleri açıklamış ve sadece Türk köylerini değil, Bulgar köylerini de kendilerinin yaktıklarını, birçok masum Türkü, nasıl vahşice öldürdüklerini itiraf etmiştir.

Yukarıda da belirtildiği üzre, (Tatar) Pazarcık şehrine bağlı Otlukköy (Panagürişte), ayaklanmanın merkezlerinden biri olduğundan, buradaki olaylar bütün şiddetiyle çok çabuk gelişir. Z. Stoyanov’un eserinden şu satırları okuyalım:

“Sükünetin koruyucuları veya daha doğrusu, Sultan idaresinin temsilcileri, Hükümet Konağı önündeki kanepelere, güneşe karşı uzanmışlar, ayaklarını yukarı kaldırıp rahatça geriniyorlardı. Bay İvan’ın evindeki silâh sesleri dahi onları hâlen ürkütmemişti”.

Ayaklanmanın liderleri Panayot Volov ve Georgi Benkovski isyancıları meydanda toplarlar ve burada bulunan beş-altı Türk öldürülür:

“Öldürülen beş-altı Türkün cesetleri yere serilmişti. Cesetler, fırıncı çeteli gibi doğranmış ve biçimsizleştirilmişti. Çünkü her gelen, bıçağını kanlamak için artık çoktan soğumuş cesetlere acımasızca saplıyordu. Birçokları da parmağını kana batırıp yalıyordu. Böyle bir hareketin şarapla ekmek yeme ayini yerine geçeceği anlamı vardı. P. H. S. sadece yalamakla tatmin olmadı ve cesedin üzerine eğilerek yaraların üzerinde birikmiş kandan bir avuç aldı ve şerbet gibi içti”.

Yazar, manzarayı bu biçimde açıklayarak isyancıların son derece iğrenç hareketinin Türklere beslenen kinin, nefretin bir ifadesi olduğunu ve her öldürülen Türk, Bulgarlar’da büyük sevinç duyguları yarattığını vurguluyor…

Ayaklanmanın lideri G. Benkovski ve yardımcısı Z. Stoyanov, köylüleri zoraki isyana teşvik etmek için Bulgar köylerinden Smolsko, Kamenitsa ve Rakovo’nun yakılmalarını uygun görüyorlar. Z. Stoyanov şöyle anlatıyor:

“Petriç’ten gitmeden önce sadece Benkovski ve ben (Bulgar köyleri olan-H. S. Y.) Smolsko, Kamenitsa ve Rakovo köylerini gizlice yakarak köylüleri isyana mecbur ettik”.

Bulgar köylüleri, köylerini Türkler ve Çerkezler tarafından yakıldığını sanarak, bunlara karşı nefretleri de artar. Bunun için köyleri alevler içinde bırakılmış Bulgarlar, isyancı çetelere bir kurtarıcı gözüyle bakmaya, isyancılara yardım etmeye başlarlar:

“Smolsko’dan olanlar, gözyaşlarıyla bize köylerinin nasıl yandığını anlattılar. Onlara göre, köyleri canavar Çerkezler tarafından yakılmıştır. Biz, Smolsko yönünden geldiğimiz ve Çerkezlerden kendimizi kurtarabildiğimiz için alkışlanıyorduk. Smolsko, Kamenitsa’dan olan isyancılar ise bizi görünce sevindiler. Çünkü bizim burada bulunmamızla köylerini daha iyi koruyabileceklerini sanıyorlardı. Zavallılar! Onlar, bizim en korkunç katiller olduğumuzu bilmiyorlardı”.

İsyanın başarısızlıkla sonuçlanmasından sonra isyancılar, çete başı G. Benkovski’yi öldürmek isterler:

“Akşama doğru çeteciler arasında, halka her türlü yardım ve başarı vaad ederek onları isyana teşvik eden voyvoda Benkovski’yi ve arkadaşlarını, Otlukköylü birkaç isyancının öldürmek istedikleri söylentileri ortaya yayıldı”.

Olayların böyle cereyanından sonra isyancılar çarpışmak istemez ve:

“İsyanına da, çarlığına da, voyvodasına da lânet olsun!” derler.

İsyancılar gizlenmek için dağlara çıkar. Voyvoda G. Benkovski, alevler içindeki köyleri işaret ederek:

“Amacıma ulaştım artık! Zalimin (Türk Devletinin-H. S. Y.) kalbinde öylesine bir yara açtım ki, bu yara hiçbir zaman kapanmayacak! Rusya’ya gelince-emretsin, yeter!... dedi ve gidip bir kayın ağacının altına oturdu”.

Kocabalkan’da sefil bir durumda dolaşan isyancılar, hayal kırıklığına tamamen uğramış ve bu kişileri teselli edecek herhangi bir tatlı söz söyleyecek bulunamamıştı:

“Allahım, O (Benkovski-H. S. Y.), nasıl tavsiyelerde bulunabilirdi ki, nasıl bir umut olabilirdi? Artık yalanlar da bitmişti”.

Çetenin voyvodası G. Benkovski ile gitmek isteyen isyancılar:

“-Voyvoda! Papaz dede! Bizi bu ıssız, güneş görmeyen ve rutubetli yerde bırakıp gitmeyin! Köylerimizi yaktırmak için bizi aldattınız şimdi de bizden kaçıyorsunuz!.. arkamızdan ümitsizlik, çaresizlik içinde acı acı bağırıyorlardı”.

Millî karakteri olmayan ve dışarıdan hazırlanan bu ayaklanmayı gerçekleştirenlerin ardında Rusya’nın bulunduğunu Bulgar halkı çok iyi biliyor:

“Üç sığırtmaçtan en yaşlısı, kuzey yönünü parmakla işaret ederek:

Sizin bu işinizin arkasında büyük “Ayı” Rusya duruyor galiba ve sizlere onun adamları desem yanılmam”, dedi1.


1877/78 OSMANLI-RUS HARBİ

1876 Bulgar İsyanında yaşanan acı olayların onulmaz yaralarına bir yıl sonra, 1877/78 Osmanlı-Rus (Doksanüç) Savaşının büyük felâketi de eklenince, neden Filibe ve (Tatar) Pazarcık bölgesinden göç edenlerin sayısının pek çok olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Bu savaş bir fırsat bilinerek masum Türklerden, Müslümanlardan 1876 yılı isyanının intikamı vahşi bir biçimde alınmıştır.

Eski Zağra’dan sonra ilerlemekte olan dehşet saçan Kazaklar ve öteki Rus askerî birlikleri katliamları sürdürmüşlerdir. Filibe ile Pazarcık arasındaki Kırçma (Kriçim) vadisinde canavarlıklar geniş boyutlara ulaşmış, Türk köylerinin, Türk evlerinin yağmalanması, yakılması olayları Türk halkını panik içinde göç yollarına düşürmüştür. Söz konusu vadide Rus askerleri ve Bulgarlar tarafından onbinlerce Türkün öldürüldüğü, Türk köylerinin yakılıp yerle bir edildiği ve sadece Pazarcık’ta 938 evin, caminin ve okulların tahrip edildiği bildirilmektedir4. Köylerini, kasabalarını terk edenler İstanbul yolunu tutmuş ve göç yollarında soğuktan, açlıktan can vermişlerdir. Bir Alman demiryolu memuru, Pazarcık’ın güneyindeki tepelerde soğuktan donan 400 kişilik göçmen kafilesinin içinde hayatta kalabilmiş küçük bir kız çocuğunu cesetler arasında bulmuş ve kurtarmıştır5. Kırçma (Kriçim) arazisinin kuzeybatısında Aydınköy (İsperihovo)-Yeniköy (Novo selo) yolunun yakınında bulunan tepeler arasındaki alçakta katledilen Türklerin kanları dere gibi akmış ve bu yer günümüzde de Kanlıdere olarak bilinmektedir. Onbinlerce Türk de Rodoplar’a, Müslüman(Pomak) kardeşleri yanına sığınmıştır. Canını kurtarmak için çırpınan Türkler ahırlarındaki hayvanlarını da unutmamışlardır. Bölgedeki yaşlı Bulgarlardan edinilen bilgilere göre, Türkler evlerini terk ederken, ahırlardaki hayvanları açlıktan ölmesin diye, bunları korulara, kırlara salıvermişlerdir.

Hasköy ve Mustafa Paşa bölgesi halkı da Rus askerlerinin canavarlıklarına maruz kalmış, birçok köy yerle bir olmuştur. Gelişen olaylar, Türklerin, Müslümanların direnişine sebep olmuş, geçici Rus idaresine boyun eğilmediği gibi, Rodoplar’ın Doğu Rumeli’ye bağlanması da kesinlikle kabul edilmemiştir. Böylece 1886 Türkiye-Bulgaristan Antlaşmasıyla Kırcaali ve Rupçaz (Rupçoz) bölgleri Osmanlı Devleti sınırları içinde kalabilmiştir.

Rodoplar’ı terennüm ederken, Eğridereli şair İzzet Dinç (1890-1965) Rus askerlerine karşı koyan direnişçilerin kahramanlıklarını da şiirlerinden birinde şöyle dile getirmektedir:

“Kırcali’nin ovası…

Hayran etti herkesi

O aslanlar yuvası…

Türkleri çakmaklı

Millî müthiş bir ordu,

Bir tarafı Paşmaklı

Kurtarmıştı o yurdu.

Başkanları Salima (ğa)

Canavardı İsmail…

Olmuşlardı Ruslara

O tüfeklerle hail…”6

BALKAN SAVAŞLARI (1912-1913)

Türklerin, Müslümanların(pomaklar) üzerindeki etkisi bakımından Balkan Savaşları, Doksanüç (1877/78) Harbinde görülenlere çok benzer etkiler yaratmıştır. Her iki savaşta da öldürme, ırza geçme ve soygunlar Türklerle diğer Müslümanları(Pomaklar) evlerinden-barklarından söküp atmış, Osmanlı Devletinin elinde kalabilmiş topraklara sürmüştür.

Öte yandan, Doksanüç Harbiyle 1912/13 Balkan Savaşları arasında farklılıklar da vardır. Doksanüç Harbi sadece Rusya’nın güdümünde yapılmıştı: Türkleri göç etmeye zorlayacak planları bunlar yürürlüğe koymuşlardı. Balkan Savaşlarında ise, savaşan birkaç devlet vardı. Zafer kazanan her birisi de zaptettiği topraklarda Türklerin, Müslümanarın varlığının son bulmasını istemekteydi. Savaşlara katılan her Balkan ülkesi, Türk-Müslüman(Pomak) halkı kendisinin zaptettiği ülkeden ötekinin ülkesine sürüyor, hatta oraya sürülenlerin oradan da gerisin geriye sürüldükleri oluyordu. Bunun Müslümanlar üzerindeki etkisi nasıl nitelenirse nitelensin, şurası kesindir ki Doksanüç Harbinden daha kötü oldu. İçlerinde baş gösteren ölüm telefatı, 1878’de görüldüğünden daha yüksekti7.

Önceki tarihî devirlerde ortaya çıkan haydutluk, çetecilik, daha sonraları da komitacılık harekâtı, yeni tarihî koşullarda da yeni adlar ve yeni biçimleriyle Türklere, Müslümanlara(Pomaklar) yönelik ırza geçme, yol kesme, öldürme gibi eylemler devam etmiştir. Belirli dönemlerde ve özellikle Balkan Savaşlarını izleyen yıllarda geniş boyutlara ulaşan böylesi olaylar türlü varyantlarıyla destan, efsane, menkıbe, ağıt gibi Türk folklor türlerinde ifadesini bulmuştur. Birkaç varyantta bilinen bir ağıtta al duvaklı bir gelinin başına gelenler şu dizelerde canlandırılmıştır:

Aldılar beni ana

Kına gecemde

Götürdüler beni ana

Ulu balkana, ulu balkana

Sordular bana ana

Kimin kızısın

Ben gene dedim ana

Ali (H)ocanın küçük kızıyım.

……………………………………………

Kayın yaprakları ana

Döşeyim oldu

Kayın kökleri ana

Yatsıyım oldu

Komita kebesi ana

Yorganım oldu

……………………………………………………….8



Balkan Savaşlarını Doksanüç Harbinden farklandıran bir özellik daha vardır-Müslümanları zorla Hristiyan yapma, isimlerini değiştirme emellerinin insanlık dışı yöntemlerle gerçekleştirilmesi. S. Selvi, bunu şöyle dile getirmiştir

“Balkanlar deyince, aklıma rahmetli anacığımın gözyaşları gelir hep… Babamın çatık kaşları… Teyzemin nasıl dağa kaldırıldığı gelir… Kızarım, köpürürüm kendi kendime… Dolarım, dolarım da boşalamam…

Balkanlar deyince…

Drama’nın Âlî köyünün ahalisinin papazlar tarafından camiye nasıl kapatıldığı, nasıl din değiştirilmeye zorlandığı, “Muhammed’den ayrılın!” emirleri gelir gözümün önüne…

Balkanlar deyince…

Bu, zorla din değiştirme operasyonunda, papazların vaftiz suyunu, nasıl Âlî Müslümanlarının üzerine serptikleri, nasıl isimlerinin değiştirildiği ve “Artık Hristiyan oldunuz!” sözleri gelir…
Balkanlar deyine…

Yine o operasyonda, zorla Müslümanlıktan çıkarılan günahsız insanların arşa varan ahları… Ve… bu ahlara dayanamayan taş duvar caminin zangır zangır titrediği ve direklerin çatladığı gelir aklıma…

Balkanlar deyine…

Zorla din değiştirmeye maruz kalan bu insanların, “Eyvah… Hristiyan mı olduk?”, şüphesiyle tekrar iman tazelemeleri” ve “gusül abdesti” almalarını hatırlarım…

Balkanlar deyince…

Rahmetli anacığımın bu anlattıkları gelir gözümün önüne ve gözyaşları…

Balkanlar deyince…

Rahmetli teyzemin Bulgar komitacıları tarafından nasıl dağa kaldırıldığı gelir, Yunan komitacıları tarafından hayvanları nasıl gaspedildiği gelir…

……………………………………………………

İşte, Balkanlar deyince…

Benim aklıma, gözümün önüne hep bunlar gelir… Kızarım, köpürürüm kendi kendime… Dolarım dolarım da boşalamam”9.

Balkan Savaşlarında Rodop Müslümanlarının dinini ve adlarının değiştirilmesi sırasında yaşanmış korkunç olaylar, yaşlıların hafızasından silinmiş değildir. Gazeteci yazar Salih Bozov, “Bir Ad Uğuruna (V imeto na imeto) adını verdiği eserinde Rodop Müslümanların acı anılarını, acı anlatılarını bir araya getirerek büyük bir sıcaklıkla, büyük bir insanlık anlayışıyla bunları kitaplaştırmıştır. Araştırmacı yazarın kitabından şu satırları okuyalım:

“Kasap bıçağı, kılıç, tüfek dipçikleri ve süngüler havada öylesine savruluyor ki, masum insanların başları düşüyordu. Kılıç öylesine savruluyordu ki, bundan sonra gelecek papazın, vaftiz kandiline, kutsal su ve tamyana ve haça yol açıyordu. Minareler devriliyor, camiler yıkılıyor, yıkılan camilerin altında masum Müslümanlar can veriyordu. Çırılçıplak eller havaya kalkarak kılıçlara karşı koymaya çalışıyorlar. Bir kılıç savruluşunda parmaklar gidiyor, ikincide bilekler paramparça oluyor! Bir bakmışsın ki, eller kollar da aynı akıbeti paylaşmış…

Bunlar yazılmadık tarihin sayfalarından alıntılar. Anılar, anılar, bu anılarda köyler, mezralar artarda diziliyor. Ve böylece Rodop insanının kara talihinin kara çergesi dokunuyor. Dökülen kanlar çoktan taş toprağa dönüşmüş ama bu çoktan bıçaktan kılıçtan geçirilmiş insanların hâlâ yaşayan çocukları ve torunları, taşa toprağa dönüşmüş olan kanı sımsıcak bir hâle getiriyor, avuç avuç ellerinde tutarcasına… Şimdi bu taş toprağa dönüşmüş olan kandan candan yeni kilimler, çergeler dokunmaktadır. İçten, çok derinlerden gelen bir ses, tane tane anlatıyor o günleri, o korkunç yaşantıları”10.

Balkan Savaşlarını takip eden günlerde büyük güçlerin ve Türkiye’nin desteğini kazanmak amacı, Bulgaristan yöneticilerini geri adım atmak mecburiyetinde bıraktı-Müslümanların adları iade edildi, camilerde ibadet etmelerine, geleneksel kıyafetlerini giyebilmelerine izin verildi.

Yıllar sonra yine Rodoplar’daki Müslümanlık hedef alındı. 1937 yılında Smolyan’da “Drujba-Rodina” (Dostluk-Kardeşlik) cemiyeti kuruldu, yayın organı “Rodopi” (Rodoplar) dergisi de çıkmaya başladı. Yeni kurulan cemiyetin amacı: Müslümanları Hristiyan yapmakla onlarda Bulgarlık bilinci uyandırmak, Müslüman adlarını Hristiyan adlarıyla değiştirmek, Türkçe konuşmayı yasaklamak, geleneksel Müslüman kıyafetlerini (fes, ferace, yaşmak, şalvar vb.) yerine Bulgar kıyafetlerini yaygınlaştırmak, sünnet geleneğini yasaklamak, Müslümanları domuz eti yemeye mecbur etmek vb. Tüm bunların gerçekleştirilmesinde Rodop’lardaki bazı Müslüman din yetkililer de kullanıldı, askerlik hizmetini yeni tamamlamış deneyimsiz Rodop gençleri de kullanıldı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında da faaliyetlerini sürdüren “Rodina” cemiyet üyeleri Rodop Müslümanlarına kan kusturdu11.

İKİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI DÖNEM

İkinci Dünya Savaşından sonra idareye gelen komünistler, azınlıklara büyük vaatlerde bulundular, geçmişte yapılmış barbarlıkları kınadılar. Ancak zamanla bunların da eski yöneticilerden farklı olmadıkları görüldü. 1950’lerin ikinci yarısında Türk okullarının varlığına son verildi. Program dışı bırakılan Türkçe dersleri birçok öğrenciye yasaklandı, sonra da bu derslere tamamen son verildi. 1960’lı yılların başında Rodoplar’da Kültür İnkılâbı adıyla geniş çapta çalışmalar başlatıldı ve her türlü kültürel-ideolojik faaliyet bir vatanseverlik ifadesi olarak değerlendiriliyordu. Belirli aileler, belirli yöreler yine ad değişimi baskılarıyla sarsıldı. 1970-1972 arası dönemde tüm devlet güçleri harekete geçirilerek birçok masum Müslüman ve hatta birçok ev hayvanı tanklar altında ezilerek can verdi. Birçok insan cezaevlerine, Belene ölüm kampına gönderildi. Yazar Kâşif Kapsızov (Burovo, Smolyan D. 1941-Ö. Sofya 1992) bu olayları romanlaştırdı*. “Küçük Çayların Bitişi (“Krayat na pototsite”) adını taşıyan romanı, ölümünden sonra ”Dar” Kütüphanesi tarafından yayımlandı12.

Bu eserinde yazar, Orfey’den sonra Rodoplar’da çınlayan türkülerin susturulmasını türlü imalarla sembolize eder. Bu türküleri yer altında akan küçük çaylarla kıyaslama yapar. Yazara göre Rodoplar’ın güzelliği, Rodop türkülerinden, ulu dağların senfonisinden bir kıtacıktır. Hayatı çilelerle dolu olsa da, türküler, özgür iradesinin bir ışığıdır.

Türkü bir bayram, hattâ üstün bir şey olsa gerek. Romanda adı geçen İsmail Dede’nin, canileri görünce türküyü yarıda kesip susması çok doğaldır. Çünkü totaliter rejim bu hususta son sözünü söylemiştir: Müslümanların türkülerini söylemeleri, okumaları yasaktır.

Yazar, “Yeniden doğuş” (Bulgarlaştırma) sürecine karşı çıkar. Adların değişimi sonucu üniversiteden kovulan, Belene ölüm kampına gönderilen gençler de onun gözünden kaçmaz. Karakterleri büyük bir ustalıkla tipikleştirir. Şirin’in babası Hasan Uzun, davranışları ve nitelikleriyle dikkati çeker.

Sıra artık Türklere gelmişti ve tanklar, kızıl bereliler, tüm devlet güçleri Mestanlı (Momçilgrat) meydanında masum insanların, bebeklerin üzerine yürüdü. Sonra olaylar tüm Bulgaristan’a yayıldı, ölen öldü, kalan kaldı... Totaliter rejim yöneticileri Bulgaristan’da Türklüğe, Müslümanlığa son verdiklerini sandılar... Korku, dehşet saçan günler, aylar, yıllar birbirini izliyor, halk kan ağlıyordu. Çekilen çileler, akan kanlı gözyaşları romanlaştırıldı, şiirleştirildi. Emine Hocaoğlu (Mestanlı, Kirkovo D., 1958) şiirlerinden birinde şöyle diyor:

“Zorbalık içinde büyüdük,

Bayramlardan neşeden uzak.

Diken olduk büyüdüğümüz toprakta

Kaderimiz yazılmıştı ezelden

Anlayan yoktu ki hâlden.

Tören şenlik bilemedik,

Namaz vakti namazı kılamadık

Ezan vakti ezanı duyamadık

Çocuk doğurduk adını koyamadık,

Ölü gömdük taşını dikemedik”13.

1989’da yeni bir kıyamet koptu: Türkiye’ye zorunlu göç başladı. Bu, Bulgaristan Türklerinin tarihinde Büyük Göç olarak bilinir. Bulgar yöneticiler buna “Büyük Gezi” demeye çalıştı. Utanç trenleri, uçaklar kilometrelerce uzayan otomobil kervanları Bulgaristan Türklerini, Müslümanlarını Türkiye’ye taşıyorlardı. 2 Haziran 1989’dan 22 Ağustos 1989 gününe kadar, yani iki buçuk aylık kısa bir süre içinde yaklaşık 320 000 Bulgaristan Türkü Türkiye’ye zorunlu olarak gönderildi. Türklere yapılan insanlık dışı işkenceler, acımasız olaylar bazı Bulgar aydınlarının da tepkisine yol açtı. İşte bu korkunç günlerde, Temmuz 1989 tarihinde dünyaca ünlü kadın şair ve yazar, sonra da-demokrasi dönemi sürecinin başlarında-Bulgaristan Cumhurbaşkanı Yardımcısı seçilen** Blaga Dimitrova, “Bir Ad” başlıklı kısa eseriyle bu olayları kınadı ve masum Türklere manevi destek oldu. İşte Blaga Dimitrova’nın tarihî yazısından alıntılar:

-Eğer öz adını senden zorla alıp yerine başka bir ad kabul ettirmeye kalkışılırsa, bu düpedüz kişiliğine yöneltilen katlanılmaz bir saldırıdır”.

“Adının zorla değiştirilmesi geçmişi ortadan kaldırıyor, tecrübeyi silip atıyor, tarihi ayaklar altına alıyor”.

Bulgar makamları Türklere işte böylesine kaba bir saldırıda bulunduklarını yazıyor Blaga Dimitrova ve devamla şöyle diyor:

“Eğer Müslüman vatandaşların adlarına dokunulmasaydı, kendi dillerini konuşmaları, dini adetlerini yapmaları yasaklanmasaydı, eminim ki, hiçbir iç ve dış tahrik onları kafileler halinde yollara düşürmeyecekti. Evlerini, malını-mülkünü, yakınlarının aziz mezarlarını, bağ ve bahçeleri öylece bırakıp yollara düşen bu zavallılar, çiğnenen insan onurlarını kazanmak için herşeyi göze almışlardı. Boşalan şu tütün tarlaları, şu ıssız atölye ve kırlar, şu endişeli bakışlar, bütün bunlar beş yıldır üzerlerine uygulanan, o çirkin baskıya bir cevaptı. Kendilerine örnek patriot (vatansever) dedikleri o bizim yüksek çevre mensupları kendi Türk soyadlarını neden değiştirmediler? Kendimizin katlanamayacağımız zorbalığı neden başkasına uyguluyoruz?...”

Sözümona “yeniden doğuş” sürecinin suçluları hakkında da şöyle diyor:

“Anonim suç yok. Suçlular bulunmalı. O bir avuç sorumsuz fonksiyoner açıklanmalı ve halkın karşısında kınanmalıdır. Bir de şu var, hepimiz susmasaydık, bürokratik mekanizma böylesine çalışamazdı... Suçluyuz. Ayrı ayrı hepimiz suçluyuz! Ve bu yüzden şimdi cezalıyız. Vatanın yaşam temposu bozuldu: Emekliler fabrikalarda çalışıyor güçleri yettiği kadar. Öğrenciler ve öğretmenler kırlarda mahsulü toplamaya calışıyorlar. Memurlar inek çiftliklerinde sağmayı, çayırlarda biçmeyi öğreniyorlar... Bu ağır suçun cezasını yarın çocuklarımız çekecek. Belki de bize lânet edecekler. Hayali bir zenginlik için, turistik bir gezi, büyük kazanç için veya sırf macera için insan yerini yurdunu bırakır mı? O, bunu yakın veya uzak ajansların etkisiyle de yapmaz. Yaparsa, anadili hakkını savunmak için yapar, dininden ötürü yapar, başlıca adından ötürü yapar.

Oysa bir adın oluşturulması hiç de kolay değil. Bunun için onu gaspetmeye, değiştirmeye veya lekelemeye kimsenin hakkı yoktur”.

1993’te Almanya’da düzenlenen uluslararası bir forumda Blaga Dimitrova, Bulgaristan Türkleriyle ilgili: “Bulgarlar arasında bir söz vardır: Komşuların Türkse, senden mutlusu yoktur, demektir” demişti.

10 Kasım 1989 yılında Bulgaristan’da totaliter rejime son verildi ve ülkede demokrasiye bir geçiş süreci başladı. Türkler de, Müslümanlar da yollara dökülerek 10 Kasımdan sonra Sofya’da düzenlenen mitinglere yoğun olarak katıldılar ve: “Adlarımızı iade edin!”, “Dini geleneklerimizi yasaklamayın!”, “Çocuklarımızın Türkçe ders görmelerine de izin verin!” gibi isteklerini dile getirdiler. Mitinglerin birinde ünlü Bulgar şair ve mizah yazarı Radoy Ralin: “Biz 35 yıl T. Jivkov’un idare ettiği yıllarda inim inim inledik. Türk ve Müslüman kardeşlerimizin direnişleri olmasaydı, inanın daha 35 yıl öyle geçecektik. Bugünkü özgürlüğümüzü Türk ve Müslüman kardeşlerimize borçluyuz...” demişti***.

Radoy Ralin ile ara sıra görüşüyor, dertleşiyor, bazı şeyleri paylaşıyorduk. Yazar Nikolay Haytov’un da hem bir insan olarak hem bir yazar olarak Müslümanlara işlemiş olduğu büyük günahları dile getiriliyordu. Bulgar edebiyatında “köken arama akımı” temsilcilerinin başında bulunuyordu Nikolay Haytov ve “köken arayıcı, insanların kökünü araştıran” adıyla Bulgar edebiyat tarihine geçti14. “Rodina” cemiyetinde üyeliği yıllarında, sonra da totaliter rejim döneminde Rodop Müslümanlarının etnik kökeni konusundaki ırkçı düşüncelerinden hayatının sonuna kadar vazgeçmedi. Ömrünün sonlarında kendisine hayatının en mutlu an hangisidir sorulduğunda Nikolay Haytov: “Boyan Sarıev’in Kırcaali yöresinde (yani Türklerin, Müslümanların en yoğun yaşamakta olduğu bölgede) bir ruhban (Hristiyan) okulu açtığını duyduğum an, hayatımın en mutlu anıydı...” diye cevap verdiğini yazmıştı Bulgar basını... Boyan Sarıev, totaliter rejim döneminde 20 yıl polis şefi olarak çalışmış bir şahıstır.

X

Avrupa Birliği üyesi Bulgaristan’da insan hakları konusunda bir hayli mesafe alındı. Geçmişteki acıların bundan böyle tekrarlanmayacağına inanmalıyız.



Ankara, 25.03.2007

Kaynakça

1. İreçek, K., Pıtuvane po Bılgariya, C., 1974, 462-3.

2. Stoyanov, Zahari., Zapiski po bılgarskite vıstaniya. Bılgarski pisatel, Sofiya, 1983.

3. Acaroğlu, M. T., Bulgaristan’da Türkçe Yer Adları Kılavuzu. Kültür ve Turizm Bakanlığı, Millî Folklor Araştırma dairesi Yayını, Ankara, 1988, 28.

4. Yalımov, İ., İstoriya na turskata obştnost v Bılgariya, Sofiya, 2002, 46.

5. Şimşir, B., Rumeli’den Türk Göçleri. I-III. Ankara, 1968, 1970, 1989, 90.

6. Yenisoy, H. Süleymanoğlu, Başlangıcından Günümüze Kadar Türkiye Dışındaki Türk Edebiyatları Antolojisi. Bulgaristan Türk Edebiyatı, 8. T. C. Kültür Bakanlığı, Ankara, 1997, 190.

7. McCarthy, Justin, Ölüm ve Sürgün. İnkılâp Yayınevi. 3. Baskı, İstanbul, 1998, 14-15, 149.

8. Yenisoy, H. Süleymanoğlu, Balkanlar Deyince..., Filibe Yöresi Kültür ve Dayanışma Derneği Yayını, Bursa, 2007, 19-20.

9. Selvi, S., Balkanlar Deyince. Balkanların Sesi-2, 1989, 15.

10. Bozov, S., “V imeto na imeto”. İzd. Literaturna integratsiya, 2005. Bk.: Balkanlar’da Türk Kültürü, sayı-57, 2005, 28.

11. Yalımov, İ., İstoriya na turskata obştnost..., 250-250.

12. Kapsızov, K., Krayat na pototsite. Dar Kütüphanesi...

13. Yenisoy, H. Süleymanoğlu, Balkan Türklerinin Göç Kaderi, Toplumsal Gelişim Derneği, Ankara, 2005, 95.

14. Yenisoy, H. Süleymanoğlu, Bulgaristan Türklerinin Yakın Geçmişi ve Bugünü. Balkanlar’da Türk Kültürü, sayı-13, Bursa, 1994, 5-8.

15. İgov, Sv., İstoriya na bılgarskata literatura, Ciela, Sofiya, 2001, 830.



--------------------------------------------------------------------------------

* K. Kapsızov, 15 Eylül 1992 tarihinde bir trafik kazası sonucu hayatını kaybetti. Trafik uzmanlarınca, yazarın bu acıklı ölümü, kendisine karşı önceden hazırlanmış bir komplo olarak değerlendirildi. 1991’de K. Kapsızov, Blagoevgrat (Cuma-i Bâlâ) bölgesinden Hak ve Özgürlük Hareketinden millet vekili seçilerek Bulgaristan Ulusal Meclisine girdi. Hak ve Özgürlük Hareketinin yayın organı “Haklar ve Özgürlükler” (Prava i svobodi) gazetesinin başyazarı oldu. (Ayrıntılı bilgi için bk.: N. H. Bahtiyar, Balkanlar’da Türk Ünlüleri. İkinci Kitap. Bizim Anayurt Yayınları, İstanbul, 2002, 164; H. S. Yenisoy, Edebiyatımızda Balkan Türklerinin Göç Kaderi. Toplumsal Gelişim Deneği, Ankara, 2005, 285).

** Bu seçimlerde Türklerin oyları çok önemliydi ve Türkler de hem bir vatandaşlık borcu olarak hem de bir minnettarlık ifadesi olarak oylarını Jelö Jelev ve Blaga Dimitrova’ya vermişlerdir.

*** 1990 yılı Kurucu Meclis Seçimleri’nde Sosyal Demokrat Parti Lideri Dr. P. Dertliev: “Biz Türklerden çok iyi şeyler öğrenmeliyiz. Türklerde anaya saygı, çocuklara büyük sevgi vardır. Öteki azınlıklardan da birçok iyi şeyler almalıyız. Örneğin Çingenelerden özgür olmayı öğrenmeliyiz” demişti.

Bir başka mitingte o zamanki Bulgaristan Cumhurbaşkanı Dr. J. Jelev, Türklerin hayat standardı düşük olmasına rağmen yapılan araştırmalarda Bulgaristan’ın hiçbir huzurevinde tek bir yaşlı bulunmadığı ve yetim yurtlarında Türk çocuğu bulunmadığını vurgulamıştı. Kimsesiz yaşlılar, yetim çocuklar, yakınlarından, kendi ortamından uzak tutulmamışlardır, demişti. Boşanmalar konusunda da Bulgarlara kıyasla Türkler arasında boşanma olayları oranının çok düşük olduğunu belgelere dayanarak göstermişti.

www.efrasyap.com
http://www.pomak.be/viewtopic.php?f=40&t=286

Tamrash Republic



Tamrash Republic

Some of the loveliest Rhodopean spruce forests are in the Tamrash reserve area. Many wild pigs, does and deer live here. This is a precondition for the large number of wolves in the region. However, the real wealth of the area is the number of bears, unfortunately responsible for great damages to the stock-breeders. Tamrash is named after the homonymous village, whose inhabitants left in panic during the Balkan War in 1912. After that the village was set on fire by the inhabitants of Perushtitsa, because the people of Tamrash took part in the Perushtitsa slaughter during the April Revolt. The Tamrashians ruled over the whole mountain down to the Greek border. They were proud and rebellious mountain people. During the whole period, the region between the rivers of Vucha and Chaia, was called “Tamrash Republic”. The foundations of only about 300 houses are all that can still be seen today, but apart from them, there are two graveyards, used from XVI to XX centuries, and they are really interesting to visit and explore. Their gravestones are true cultural monuments. Unfortunately, now the whole place is overgrown by a centuries-old forest.

The highest peak in the region is Modar, from where you can see everything spreading down to Rila, Pirin, Stara Planina, and to the south the eyes pass over the countless mountain folds, and reach the Greek mountains. The well-preserved parts of an ancient Thracian road from the 1st century B.C., lay a hundred meters below the peak. This is a continuation of the road from Persenk.

Ekslavonlar

ROMA İMPARATORLUĞU'NUN GERİLEYİŞ VE ÇÖKÜŞ TARİHİ Cilt V.
BİZANS II.
EDWARD GIBBON
Arkeoloji ve Sanat Yayınları,Çeviren Asım Baltacıgil,İst.,1995


ESKLAVONLAR (SLAVLAR)
Justinianus zamanında Rusya,Litvanya ve Polonya ovalarında yerleşik ya da göçer durumdaki yabanılları Bulgarlar ve Esklavonlar diye iki büyük aileye indirmek olasıdır.(*1)
Yunanlı yazarlara göre,Karadeniz'le Meotis gölü arasında kalanların kökeni ve adları Hunlardan gelmektedir.Yetenekli ve atıkgan okçular olan Tatarlar'ınçok bilinen ve yakın törelerinden burada yeniden sözetmekte yarar yoktur.Kısraklarının sütünü içiyorlar,çevik ve yorulmak bilmez savaş atlarının etini yiyorlardı.Sürüleri,kendilerini izliyor,daha doğrusu yönlendiriyor,en uzak ve erişilmesi en güç ülkeler bile onların akınlarına uğramaktan kurtulamıyordu.Her ne denli korku onlar için yabancı bir kavramsa da,kaçış sanatına da büyük yatkınlıkları vardı.Ulus iki güçlü oymaktan oluşuyordu ve bunlar kardeşçe bir kinle birbirleriyle çarpışıyorlardı.İmparator Justinianus'undostluğu ve eli açıklığı için kendi aralarında çekişiyorlardı.Anlatıldığına göre,bilgisiz hükümdarının(*2)sözlü bilgilerini dile getiren bir elçi,onları sadık köpek ve aç kurt simgeleriyle belirlemişti.Romalıların zenginliği,değişik adlarla anılan bütün Bulgarların açgözlülüğünü dürtüklüyordu.
Esklavon adı taşıyan her şey ve yer üzerinde belirsiz imparatorluk savını ileri sürüyorlardı;hızlı ve yürüyüşleri ancak Baltık denizi ya da Kuzey ülkelerinin aşırı soğuğu ve yoksulluğu ile durdurulabilmişti.Ne var ki,anlaşıldığına göre aynı soydan bir Esklavon grubu bu ülkelerin halkı olarak orada kalmıştır.Birbirlerine uzak ve de düşman bile olsalar çeşitli halklar aynı,düzensiz ve kulağa hoş gelmeyen dili kullanıyorlardı.Bunlar birbirlerine benzerlikten anlaşılıyorlardı.Tatarlar gibi esmer değillerdi;boyları ve renkleri bakımından,ayrımları olsa da,Cermenlerin uzun boylarına ve beyaz renklerine uyuyorlardı.Rusya ve Polonya eyaletlerinde dağılmış dörtbin altıyüz köyde yaşıyorlardı.(*3)Taş ve demirden yoksun olan ülkelerindebulabildikleri tek madde olan ve kötü budanmış ağaçtan acele meydana getirilen kulubeleri vardı.Ormanların içlerinde,ırmakların ve bataklıkların yanıbaşında yapılmış,daha doğrusu gizlenmiş bulunan kulubeleri kunduzların yuvalarına benzetmek belki onları onurlandırmak gibi birşey olacaktır.Bu kulubelerin kunduzlarınkine benzetilmesinde iki çıkış yerinin varlığı neden olmaktadır:bu çıkışlardan biri topraktan,öbürü su dandır.Çıkışlar,bu şaşıları dört ayaklıya oranla daha az temiz,daha az çalışkan ve de daha az toplumsal olan bir hayvana hizmet ediyordu.Toprağın verimliliği,oralarda yerleşik insanların gördüğü işten daha iyisini sağlıyor,Esklavonların kırsal zenginliğini oluşturuyordu.Çok sayıda koyunları ve iri yapılı boynuzlu hayvanları vardı.Darı ve panis(*4)ektikleri tarlaları,buğdaya oranla daha kaba ve daha az besleyici ürün veriyordu.Komşularının ekinlerini yağma için kendi ürünlerini toprağa gömüyorlardı.Bir yabancı onlara geldiği zaman,bunun bir bölümünü ona seve seve veriyorlardı.Karakterleri bakımından pek de elverişli olmayan bu halk,namusları,sabırları ve konukseverlikleri ile tanınıyordu. Yüce tanrısallık gücünde yıldırımda bulunan görünmez bir tanrıya tapıyorlardı.Irmaklar ve su perileri bağımlı tanrısallık ediniyor ve genel tapınmaları adaklardan ve sungulardan oluşuyordu.
Ne zorba hükümdar,ne prens,ne de yüksek dereceli görev görmek istemiyorlardı.Ne var ki,deneyim yetersizlikleri ve tutkularının şiddeti,ortaklaşa yasalar sistemi ya da genel savunma örgütü kurmalarına olanak vermiyordu.Yaşlılığa ve değerliliğe karşı,kendi istekleriyle bir ölçüde saygı göstermiyor da değilllerdi.Her oymak,her köy ayrı bir cumhuriyet oluşturuyordu.Hiç kimseyi zorla benimsetmek olası bulunmadığından teker teker tüm insanların inandırılması gerekiyordu.Yaya ve hemen hemen çıplak ve,savunma aracı olarak ağır ve elverişsiz bir kalkanla savaşıyorlardı.Saldırı silahlarıysa ok,küçük ve zehirli oklarla dolu bir sadak,uzaktan ustalıkla attıkları,çekince kapanarak düşmanlarını yakaladıkları uzun bir ipten oluşuyordu.Esklavon piyadelerinin çabası,devinimi ve gözüpekliği onları savaşta korkunç niteliğe büründürüyordu:Yüzüyorlar,dalıyorlar,içi oyulmuş bir çubuğun yardımıyle soluklanarak uzun bir süre su içinde kalıyorlar ve kuşkulanılması olanaksız biçimde bir ırmak,ya da gölde pusu hazırlıyorlardı.Bunlar casusluktan ve ekin hırsızlığından kazanılmış yeteneklerdi.Süel sanat(askerlik sanatı) Esklavonlar için yabancı bir kavramdı.Adları pek bilinmiyordu,fetihleri de utkusuz oluyordu.(*5)
Ekslavonlar ve Bulgarlar'a ilişkin olarak birtakım genel çizgiler çizdimse de ,öbür barbarların da şöyle böyle tanıdıkları ve de ilgi göstermedikleri bu ilkel toplulukların yerleşme bölgelerini gereği gibi araştıramadım.İmparatorluğa uzaklıkları ya da yakınlıkları ölçüsünde daha az ya da bir dereceye kadar dikkati çekiyorlardı.Justinianus'un fetihleri listesine bir tane daha ekleme fırsatı veren Esklavonlar'dan Ante oymağı (*6)Moldovya ve Valaşi ovalarında yerleşmişlerdi.(*7)Tuna berkitimleri(tahkimatı) Anteler'e karşı yapılmıştı.İmparator,kuzey halklarının dolaysız akın yolları üzerinde yerleşmiş bulunan bir halkla bağlaşık kalmayı hiç savsamamıştı.Transilvanya dağları ile Karadeniz arasında iki yüz mil uzunluğunda bir yer onlara kanal hizmeti görüyordu.Ne var ki,Ante'ler bu seli durduracak güçte ve istençte değillerdi.Hafif silahlarla donanmış yüz Esklavon oymağı aynı hızla hareket eden Bulgar süvarilerinin izlerine varıyorlardı.Er başına bir altın lira karşılığında,Yukarı Tuna (*8) geçitinin sahipleri bulunan Gepitler'in topraklarında güvenli ve kolay bir geri çekiliş olanağı elde ediyorlardı.Barbarların umutları ve korkuları,kendi aralarındaki birlik ya da ayrılıkları geçmelerini engellemeyecek donmuş ya da az derinlikteki bir dere,açgözlülüklerini dürtükleyen buğday rekoltesi ya da şarap,Romalıların gönenci ya da dar durumda olmaları gibi nedenlerle barbarlar,burada ayrıntılara girmenin can sıkmaktan başka yararı olmayacak,akınlarını her yıl yineliyorlardı.(*9)
Ravenna'nın teslim olduğu yıl,bekli o ay,Hunların ve Bulgarların,eski akınlarının anısını gölgede bırakan yeni ve felaket getirici akınları oldu.Konstantinopolis'in dış mahallerinden İyon denizine dek akınlarını yaygınlaştırdılar.Otuziki kenti ya da hisarı yıktılar.Atinalıların yaptığı,Filip'in kuşattığı Potide'yi yerle bir ettiler,atlarının arkasından yüzyirmibin Roma uyruğunu da sürükleyerek Tuna'dan geri döndüler.Daha sonraki bir akında da Gelibolu(Chersonese) duvarını deldiler,yapılaru yıktılar ve insanları boğazladılar.Çanakkale boğazını çekinmeden geçtiler,sonra da arkadaşlarının yanına,Asya'dan aldıkları ganimetlerle yüklü olarak döndüler.Romalılar'a korkunç bir güruh gibi görünen başka bir akıncı grubu,Korent kıstağında Termopil geçidinde bir engele rastlamadan ve tarihin,Yunanistan'ın yakılıp yıkılmasıyla sonuçlanan bu olaya ilişkin bilgi toplamak zahmetine katlanmadığı,yürüyüşünü sürdürdü.Justinianus'un,uyrularını korumak için olmakla birlikte onların zararına diktiği yapıtlar,bunların ne denli ihmale uğradığının da,kalan kısımlarıyle göstermekteydi.Asker birliklerinin bırakıp gittiği ve barbarların aştığı kale duvarları için dalkavuklar,daha önce alınamaz demişlerdi.İki gruba ayrılmak küstahlığında bulunan üçbin Esklavon,bu utkulu saltanatın zayıflığını ve çaresizliğini öğrenmiş oldular.Tuna'yı ve Herbe'yi ele geçirdiler,yürüyüşlerine enhel olmak isteyen Roma komutanlarını yenilgiye uğrattılar,hiçbir karşılık görmeden,herbiri bu sefil sakdırganları zararsız hale sokacak denli oldukça bol sayıda silah ve nüfusa sahip Trakya ve İllirya kentlerini yağmaladılar.Bu gözüpekliklerinden dolayı bir bakıma övgüye değer olabilecek Esklavonlar,yakaladıkları insanları soğukkanlı olarak yaptıkları kıyıcılık ve kan dökücülükle kendilerini lekelediler.Denildiğine göre,toplumsal katmanı,yaş ve kadın-erkek ayrımı gözetmeksizin,ellerine geçirdiklerini kazığa vuruyorlar ya da canlı canlı derilerini yüzüyorlar;dört direk arasına asarak kalın sopalarla vurup öldürüyorlar;geniş yapılar içerisine bu insanları ve,yürüyüşlerini geciktirebilecek kimi ganimetlerle hayvanları koyarak binayı ateşe veriyorlar,hepsini birden ölüme mahkum ediyorlardı.(*10)Bu kıyıcılıklarının sayısını belki azaltmak gerekir;belki korkunç ayrıntılarda abartma vardır,belki de kimi zaman dengiyle karşılama(mukabele bilmisil) denilen acımasız hak ile suçsuz sayılmışlardır.Esklavon Topirus'u (*11) kuşatınca inatçı bir savunmayla karşılaştıklarından burada onbeşbin kişiyi öldürmüşlerdir.Bununla birlikte,kadınlarla çocuklara birşey yapmamışlar,bunları kendi işlerinde çalıştırmak ya da kurtulmalık(fidye) almak için korumuşlardır.Bunların tutsaklığı ağır koşullar içerisinde geçmiyordu,kısa sürede kazandıkları kurtuluşları,ılımlı bir satış bedeliyle gerçekleşiyordu.Justinianus'un uyruğu ve tarihçisi olarak Prokopius,tiksintisini,yakınma ya da kınama biçiminde belirtmiştir.Otuz iki yıllık bir saltanat süresinde barbarların,Roma imparatorluğundan her yıl yaptıkları akınlarla yılda ikiyüz bin insanı kaçırıp götürdüklerini söylemekten çekinmemiştir.Aşağı yukarı Justinianus'un eyaletlerini kapsayan Türkiye Avrupası'nın tüm nüfusu,Prokopius'un hesabına göre bulunacak altı milyona ulaşmamaktadır.(*12)
------------------------------------------
*1-Ennodius'e(in Panegyr.Theodor.Opp.Sirmond.,cilt.I,s.1598,1599),Jornandes'e (de Rebus getic.,bö.5,s.194,ve de Reg.success.,s.242),Teofanus'e(s.185),ve Cassiodore ile Marcellinus'ün Kronikleri'ne dayanarak ben de Bulgar adlandırmasını benimsiyorum.Hun adı çok belirsiz.Kutturguriyen ve Utturguriyen oymakları çok küçük bölünümler oluşturmakta ve kulağa hoş gelmeyen adlar olarak ortaya çıkmaktadırlar.
*2-Prokop.,Goth.,I.Iv,bö.19 İçerisinde kendini okuma-yazma bilmeyen bir barbar olarak tanıtan bu sözlü mesajı,Prokop bir mektup biçiminde vermiştir.Üslup,yabanıl,resimli ve özgündür.
*3-Bu sayı Milano kitaplığında bulunmuş,550 yılının bir el yazmasında verilen bir listenin tutarıdır.O zamanın bilinmeyen coğrafyası Kont Buat'ın sabırlı çalışmasıyla incelenmiştir.(cilt XI,s.69-189).Fransız bakanı,çok zaman çöllerde yitmektedir.Bu konuda da kendisine bir Sakson ya da Polonyalı klavuz gerekecekti.
*4-Panicum,m,lium.(B.Columelle,I.II,bö.9,s.430,Gesner baskısı;Plinius,Hist.nat.,XVIII,24,25.)Sarmatlar,darı ie süt ya da kısrak kanı karıştırılmış bir çeşit haşlama yapıyorlardı.
*5-Esklavonların adı,durumu ve töreleri üzerine Prokop.'da (altıncı yüzyıl tanıklığı)(Goth.1.II,bö.26,1.III.bö.14).İmparator Mauricius'ün dediğine (Stratagemat.,1.II,bö.5,apud Mascou,Anotat.31.)Mauricius'ün Stratageme'ler kitabının,Arrien Tactique'inin basılışından sonra ayrıca basılmış olduğunu bilmiyordum,(upsala'da,Scheffer'in,1664(Fabric.Bibl.groec.,1.IV,bö.8,cilt III,s.278),bu az bulunan yapıtı bıgüne dek edinemedim.
*6-Antes eorum fortissimi...Taysis qui rapidus et varticosus in Histri fluenta furens devolivtur(Jornandes,bö.5,s.194,baskı:Muratori,Prokope,Goth.,I.III,bö.14,ve de AEdific.,I.IV,bö.7).Aynı Prokopios,Gotlar'la Hunlar'ın Tuna'dan komşu olduklarını söylüyor (de AEdif.,1.IV,bö.1).
*7-Anticus sanını yasalarda ve yazıtlarda kullanması üzerine bu san,onun ardıllarınca da benimsendi,saygıdeğer Ludwig bunu doğrulamaktadır.(in Vit.Justiniam.,s.515),Ortaçağın hukukçularını çok engelledi.
*8-Prokopios,Goth.,1.IV,bö.25.
*9-Prokopios'un dediğine göre Hunlar'ın akınıyla bir kuyruklu yıldızın görünmesi aynı zamanda oldu.Belki de 531 kuruklu yıldızı söz konusudur.(Persib.,1.II,bö.4.)Agathias (1.V,s.154,155)Barbarların ilk akınlarına birtakım olaylardan-öncelerine dayanarak-kimi bilgeler veriyor.
*10-Esklavonların kan dökücülükleri,Prokopios'ca anlatılmış ya da abartılmıştır.(Goth.,I.III,bö.29,38).Bunların yakaladıkları insanlara yumuşak ve yüce gönüllü davrandıklarını,daha sonraki otorite,imparator Mauricius'ün anlatışına dayanarak söyleyebiliriz.(Stratagem.,1.II,bö.5)
*11-Topirus,Trakya ya da Makedonya'da,Taşoz adasının karşısında,İstanbul'a oniki günlük uzaklıktaki Philippes kentinin yakınında(Cellarius,cilt I,s.676,840).
*12-Anecdote'ların kötümser tanıklığına inanılırsa(bö.18),bu akınlardan sonra Tuna'nın güneyinde bulunan eyaletler,İskitler'in çöllerine benzemişti


http://www.pomak.be/viewtopic.php?f=40&t=329

Bulgaristan-Yunanistan-Türkiye çıkar üçgeni

Siyaset Bilimci Emil Mintchev’e göre, 20. yüzyılda Bulgar, Yunan ve Türk politikasının oyuncağı durumuna gelen Pomakların sorunlarının çözümü, Avrupa Birliği'ne kadar uzanıyor.

Pomakların sorunlarının çözümü de, Avrupa kapılarından geçiyor. | Bulgaristan ile Yunanistan arasındaki dağlarda ve vadilerde yaşayan ve onyıllardır neredeyse unutulma noktasına gelen Pomaklar, sınırların açıldığı, demokrasinin daha geniş kitlelere ulaştığı bu yeni çağdan, dini ve kültürel kimliklerini "onaylatarak" yararlanma çabasındalar.

Uzun süre Bulgaristan, Yunanistan ve Türkiye arasındaki çıkar çatışmaları üçgeninin ortasında kalan Pomaklara şimdi, trajik tarihin izlerini ve sınırları aşarak, köklerini araştırmak ve ortak Avrupa kültüründe kendine bir yer edinmek için yeni olanaklar doğuyor.

Sayıları Bulgaristan’da yaklaşık 200.000–250.000’i, Yunanistan’da 36.000–40.000’i, Türkiye’de ise yaklaşık 300.000’i bulan Pomaklar, Müslüman olmaları ve Bulgarca konuşmaları nedeniyle 19. yüzyıldan bu yana Yunanistan, Bulgaristan ve Türkiye arasında üç taraflı politik çatışmanın içinde yer alıyorlar.

Eldeki koz: Pomaklar

Balkan Savaşları ve Birinci- İkinci Dünya Savaşları sırasıda Trakya’daki toprakların hangi tarafa ait olduğu konusunda Bulgaristan ve Yunanistan arasında çatışmalar yaşanıyordu. Ancak diğer yandan da Bulgar ve Yunan hükümetleri Pomakları, Türkiye'ye karşı - Türkiye her iki ülkede yaşayan Türk azınlıkların statüsü ile ilgili olarak kendilerini etkilemeye çalıştığı için- bir tür "koz" olarak kullanıyordu.

Biri Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde, diğeri de 1975–1989 yılları arasında olmak üzere, Bulgaristan’daki Pomakları - ilk olarak isimlerinden başlayarak - “Bulgarlaştırmak” ve böylece onların dini ve kültürel bakımdan özel olan konumlarını ortadan kaldırmak için iki büyük girişimde bulunuldu.

Böylece bu azınlığın kimlik modeli bile her zaman doğrudan doğruya devletlerarası ilişkilerin etkisinde kaldı: Bir yandan hegemonyaya dayalı dış politika ve irredentizm ideolojisi (etnik bir grubun bütün üyelerinin tek bir devletin egemenliğinde yaşamaya zorlanması), diğer yandan da çoğunluk toplumu tarafından dışlanma.

Türkiye'ye karşı Yunan-Bulgar ittifakı mı?

Trakya'daki Türklerle birlikte Pomaklar, Yunanistan’da resmi olarak tanınan tek azınlık. Soğuk Savaş’ın ilk yıllarında, Bulgarlar düşman sınıfına alındığında, Pomaklar da “Türk” olarak tanımlandı.

Sonraları Ankara ile gerilimler ön plana çıkınca, Yunanistan’da Pomaklarla Türkler de birbirinden ayrı tutulmaya çalışıldı. Örneğin “Pomakça” ders materyalleri kullanan “Pomak okulları” da işte böyle açıldı.

Atina, Rodoplar'daki ve Trakya’daki Müslüman azınlığı uzun bir süre boyunca "Türk" olarak tanımladığından, Ankara da kendini Pomak azınlığın sözcüsü ve savunucusu olarak görmek zorunda hissetti. Böylece Pomaklar, Yunan iç ve dış politikasının oyuncağı haline geldi.

Bulgaristan’daki Türk azınlık partisinin (BRF), Pomaklar da dahil olmak üzere bütün Müslümanların siyasi temsilcisi olma girişimleri, Ankara’nın Pomaklar üzerindeki etkisinin artabileceği yönündeki Sofya’nın kaygılarına bir yenisini daha ekledi. Bu mesele hakkında her iki tarafın da duyduğu korkular, Sofya ile Atina arasında yeni temaslara yol açabilirdi; çünkü Yunanistan bir süredir Türkiye’nin Trakya ve Rodop Pomakları üzerindeki etkisini kısıtlamaya çalışıyordu.

Çözüm Avrupa'dan geçiyor

Bununla birlikte devletlerarası ilişkilerde Avrupalılaşma trendi, Bulgaristan ile Yunanistan’ın AB üyeliği, ayrıca Türkiye’nin tedricen AB’ye yaklaşması, yakından bakıldığında aslında gerçek anlamda birer çatışma olmayan çatışmaların anlamlı bir şekilde çözülmesinin en iyi garantisi.

Çünkü Avrupalılaşma çerçevesindeki politik gelişmelere paralel olarak Bulgaristan ile her iki komşu devlet arasındaki ekonomik işbirliği de yoğunlaştı: Yunanistan, Bulgaristan’ın dört numaralı ticari ortağı ve en güçlü üçüncü yatırımcısı durumunda. Burgas-Dedeağaç boru hattı gibi bir dizi ortak proje, ekonomik bağları daha da yoğunlaştıracaktır.

Bulgaristan’ın Türkiye ile de ekonomik ilişkileri gelişmekte: Rodoplar’daki “Gorna Arda” barajı ya da Orta Asya’dan gelerek, Türkiye ve Bulgaristan üzerinden geri kalan AB ülkelerine gidecek olan Nabuko gaz hattı gibi ortak projeler de, gelecekte bu noktada önemli rol oynayacaktır.

Yunanistan ile Türkiye ise zaten, özellikle de enerji alanındaki ortak projelerin sunduğu fırsatlardan yararlanmak için, giderek daha çok birlikte çalışmaya eğilim gösteren -geleneksel- ticari ortaklar. Bu üç ülke, sınır bölgesindeki su baskınlarının başarıyla üstesinden gelebilmek için de, gelecekte daha sıkı işbirliği yapacaklar. Ancak burada söz konusu olan yer, Pomakların yaşadığı bölge.

Ülkelerin sınırlarının açılmasının yanı sıra, ekonomik perspektifler ve yeni siyasi açılımlar da, hâlâ çok az tanınan bu halk için, -Avrupa’nın damgasını vurduğu- yeni bir geleceği garantileyen koşulları yerine getirecektir.

Emil Mintchev

Almancadan çeviren Şebenem Sunar